Fortune Türkiye - 1 Kasım 2013
Hepimizin amacı çocuklarımıza iyi bir gelecek yaratmak ve dünyaya iz bırakmak… Ancak bu sayede varlığımızı sonsuza kadar sürdürebileceğimiz hissiyle yaşayabiliriz.
Dünyamız artık çok farklı dünya görüşlerinin kıyasıya çarpıştığı kocaman bir arena… Bu birbirinden farklı bakış açılarının içinde yolumuzu şaşırmadan, ortak noktada buluşmak mümkün: “Çocuklarımızın geleceği adına ‘çevremizi, ülkemizi ve dünyamızı daha iyi, daha yaşanılası bir yer haline getirebiliriz’ umudu ve bu umudu gerçekleştirme çabası içinde olabilmek…”
Hangi meslekte olursak olalım, işin başında ya da tepesinde bir yerde konumlanalım, nerede, hangi işi yapıyorsak yapalım, bu çabayı daim kılabilmek için olup biteni anlamak durumundayız. ‘Anlamak’ bilmekle mümkün… Yorumlamak içinse hem bilmek hem de anlayabilmek, “İşin özü”nü yakalamak, künhüne varmak lazım. Öz dediğimiz, kendisini kolaylıkla ele vermiyor. İşaretlerini, içeriğinden bazı parçaları ve fenomenini gösterebiliyor sadece. Üstelik işin özünü yakaladığımızı sandığımız anda ortaya çıkabilecek yeni gelişmelerle şaşırabiliyor ve ulaştığımızı sandığımız doğruları elimizden kaçırabiliyoruz da. Öz, dile gelse işimiz kolay ama öz, dile gelmiyor.
Olmazsa Olmaz:
Dünya GörüşüDünyaya şöyle ve özetle bir bakmaya çalışalım: Büyük finansal krizin önüne hâlâ geçilebilmiş değil. Batı’nın ‘maddi, manevi’ büyük sıkıntılar içinde olduğu, ABD’nin de dünya liderliğinden vazgeçmekte büyük tereddütler yaşadığı ve en önemlisi Uzak Doğu ve Çin gerçeğiyle birlikte şekillenen yeni bir dünya tablosuyla karşı karşıyayız. Ortadoğu ise sürekli hareket halinde ve gerilimin dozu bir türlü aşağıya çekilemiyor. Örneğin Erbil, Irak’ın en sakin, terörden uzak kalmayı başarabilen ender şehirlerden biriydi. Sonunda orada da bombalar patladı.
Bu büyük finansal ve toplumsal krizlerden kendisini korumaya çalışan ülkemize baktığımızda, özellikle iş dünyasında küresel ile yerel arasındaki büyük yarışa, büyük etkileşime; tüm sektörlerde Anadolu’nun dinamizmine hep birlikte tanık oluyoruz. Son 10 yıldır, Anadolu ve 3 büyük şehrimizdeki iş hayatı ve buna dış dünyayı da eklersek, bu üç alandaki sektörler ve kurumlar arasındaki etkileşim, özellikle iş yapış biçimleri anlamında nasıl da büyük bir transformasyon içinde birbirlerini beslemeye, öğrenen ve öğreten organizasyonlar olmaya devam ediyorlar.
İş dünyasındaki bu hareketliliğin yanı sıra, ülkemizde dünya görüşü anlamında birbirleriyle uzlaşmaz gibi görünen iki ayrı ekonomik ve kültürel yaklaşımın da, gündelik hayatta, iş dünyasında, siyasette vs. her alanda kutuplaşmasına tanık oluyoruz. Bu kutuplaşmada, az önce sözünü ettiğimiz ‘özü yakalama’ kaygısının yerini, biçimde, fenomendeki yanıltıcı olabilecek işaretlerin alması ve ‘Bilme, anlama, yorumlama’dan çok, önyargıların, gözü kapalı taraftar zihniyetinin hâkimiyetini net olarak görebiliyoruz. ‘Dediğim dedik’çi tavırlar üzerinden iddialaşmalar, çözüm arayışından uzak ve daha çok psikolojik kaynaklı kutuplaşmaları beraberinde getirirken, ‘akıl ve gönül’ dairesinden de çıkılmasına yol açabiliyor. Gelecek nesillerin gençliğinin bu iki kutuptaki aileler arasından yetişeceğini ve neden farklı düşünüp farklı hissettiklerini anlamak arzusuyla birbirleriyle tanışacaklarını, birlikte öğrenim göreceklerini ve beraberce aynı iş ortamlarında çalışacaklarını düşünecek olursak, zamanın ülkemize dair tüm sosyolojik tabanlı kaygılara, endişelere ilaç olacağını söylemek mümkün.
İş dünyasında ise durumu kısaca özetleyelim: Bir yandan hızın olduğu ve pek çok iletişim kanalının bulunduğu bir ortamda her şey çabucak tükeniyor. Bilgiden ziyade bilgiyi belli bir süzgeçten geçirip rafine hale getirerek müşteriye uygun çözüm üretmek önem kazanıyor. Özellikle hizmet sektöründe bir dünya görüşünün sahibi olan çalışanların çeşitli ve farklı dünya görüşleri, hayat felsefeleri, ya da kurumsal kültürlerinin gerektirdiği bakış açıları olan müşterilere doğru zamanda, özgün, derinlikli ve ölçülebilir hizmeti yaratması meselesi öne çıkıyor. Bu da her zaman, zamanın ruhunu yakalamayı yani sürekli yenilenmeyi, cesur olmayı, bundan heyecan duymayı ve çalıştığı konudan, iş alanının kuramsal ya da pratik meselelerinden keyif almayı gerektiriyor.
İnovasyon yetmez içinde ruh olmadıkça…
Böylesi bir çalışma ortamı için standartlar gerekli ama yeterli değil artık… 5 adet kurumsal süreçten söz etmek mümkün: 1. Üretim, 2. Finans, 3. İlişki (Örneğin, İK, Ankara ile ilişkiler, sosyal paydaş ilişkileri, YK üyeleriyle, yatımcılarla, bayiler, satış teşkilatı, alt yüklenici ve tedarikçilerle ilişkiler vb.) 4. İletişim (Reklam, PR, etkinlik yönetimi, dijital iletişim, iç iletişim vb.) 5. Yapısal (Raporlama, ölçümleme, işletim sitemleri, IT, hukuk, vb.).
Bu süreçlerin hepsi standartları gereksinir. Ancakstandartlar zamanın ruhuna uygun olarak yerini inovasyonun etkisi ile yeni standartlara bırakmazsa rekabetçi avantaj kaybolur… Standartlar üzerine düşünecek olursanız kaçınılmaz olarak şu tespiti de yapmak durumundayız: Bugün yok olmuş pek çok markanın kurumsal süreçleri de bir zamanlar kitabına uygun olarak standart değil miydi?
İnovasyonun katkısı ile yeni standartlar da yetmez.
Müşterinin veya çalışanın yıllardır “what is in it for me?” (benim için ne faydası var?” ya da tabiri amiyane “benim bundan ne çıkarım var?”) sorusunun cevabını “elle tutulur bir karşılıkla” beklediği yanılsamasına düşüldü. Yani para ya da ürünle cevap verdiğinizde beklentiyi çözmüş olacaktınız. Oysa, işte tam da o an kaybetmeye başlayabiliyorsunuz.
Çünkü müşteri de, çalışan da aslında hep elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir tatmin bekliyor, yani duygusal tatmin. ‘Duygusal’ tatmini, tırnak içinde değil, Cem Yılmaz’ın esprili vurgusuyla da değil, gerçek anlamıyla “ruhen tatmin” anlamında kullanıyoruz. Peki nasıl?
Yani özünde insan faktörünün olduğu ve ona, insana değer verildiğini hissettiğiniz bir tatmin…
Sürdürülebilir olmak “kıymet” bilmekten geçer…
‘İnsan toplumunun üç evrimden geçtiği söylenir (Bkz. Toffler’lerin ‘Üç Dalga’sı):
Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu ve Bilgi Toplumu…Tarım Toplumu’nda insan bir ‘meta’ olarak görülüyordu. Sanayi Toplumu’nda insan ‘kaynak’ olarak değerlendirildi.
Bilgi Toplumu’nda ise insan artık kaynak değil ‘kıymet’ti… Sürekli gelişebilen, yenilenen bir kıymet…
Son 20-25 yılda teknolojinin bilgiye ulaşılabilmeyi sıradan, adiyattan bir unsur haline getirdiği, buna göre insanın beklentilerinin farklılaştığı ve hızın hayatımıza girmesiyle de, kaçınılmaz bir ‘sürekli değişim’ rüzgârlarının etkisinde kalındığı zamanlardan, hem sürekli değişerek, hem de yanı sıra artık insana öncelik veren, insana kıymet olarak bakan kurumların ‘sürdürülebilirlik’ yarışında yerlerini almaya başlıyorlar. İnsanı ‘kaynak’ olmaktan çıkarıp ‘kıymet’ olarak algılayan ve değerlendiren kurumların rekabet güçlerini artıracağı artık bilinen bir gerçeklik.
Çalışan da müşteri de kıymettir artık. Müşteri velinimet ya da ‘yolunacak kaz’, çalışan da sömürülecek ya da tüketilecek bir kaynak değildir.
Büyük dünya krizlerinin yaşandığı çağımızda ‘maneviyat’a olan ihtiyaç daha da arttığından artık günümüzün “insan odaklılık çağı”nı yaşadığı yolundaki tespitlere kulak vermek lazım. Peki, odağına insanı dolayısıyla kendisini koyan bu çağa nasıl uyum sağlayacak kurumlar?
Aslında eskiden beri olması gereken, kurumların performansını artıran ve uzun yıllar varlıklarını sürdürebilmelerine sebep olan iki tane soyut kavram ile: Kurumun varoluş nedeninden yola çıkan ve onun karakterini oluşturan, olmazsa olmaz değerler ve bundan yola çıkarak inşa edilen kültür ile.
İçinde yaşadıkları toplumun değerlerinden güç alarak kendi kurumsal değerlerini oluşturan ve bu değerleri kurumunun “kalbine” yerleştiren şirketler hem kendilerini hem de dünyayı değiştirmeyi başarabilme potansiyeline sahip olabiliyorlar. Kurumları güçlü kılan, onlara rekabetçi üstünlük sağlayan bu değerlere sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır. Bu değerlerden yola çıkarak, çalışanları ile birlikte oluşturdukları kurum kültürü, o şirketin iş yapış biçimlerini de belirliyor ister istemez.
Dünyamız artık çok farklı dünya görüşlerinin kıyasıya çarpıştığı kocaman bir arena… Bu birbirinden farklı bakış açılarının içinde yolumuzu şaşırmadan, ortak noktada buluşmak mümkün: “Çocuklarımızın geleceği adına ‘çevremizi, ülkemizi ve dünyamızı daha iyi, daha yaşanılası bir yer haline getirebiliriz’ umudu ve bu umudu gerçekleştirme çabası içinde olabilmek…”
Hangi meslekte olursak olalım, işin başında ya da tepesinde bir yerde konumlanalım, nerede, hangi işi yapıyorsak yapalım, bu çabayı daim kılabilmek için olup biteni anlamak durumundayız. ‘Anlamak’ bilmekle mümkün… Yorumlamak içinse hem bilmek hem de anlayabilmek, “İşin özü”nü yakalamak, künhüne varmak lazım. Öz dediğimiz, kendisini kolaylıkla ele vermiyor. İşaretlerini, içeriğinden bazı parçaları ve fenomenini gösterebiliyor sadece. Üstelik işin özünü yakaladığımızı sandığımız anda ortaya çıkabilecek yeni gelişmelerle şaşırabiliyor ve ulaştığımızı sandığımız doğruları elimizden kaçırabiliyoruz da. Öz, dile gelse işimiz kolay ama öz, dile gelmiyor.
Olmazsa Olmaz:
Dünya GörüşüDünyaya şöyle ve özetle bir bakmaya çalışalım: Büyük finansal krizin önüne hâlâ geçilebilmiş değil. Batı’nın ‘maddi, manevi’ büyük sıkıntılar içinde olduğu, ABD’nin de dünya liderliğinden vazgeçmekte büyük tereddütler yaşadığı ve en önemlisi Uzak Doğu ve Çin gerçeğiyle birlikte şekillenen yeni bir dünya tablosuyla karşı karşıyayız. Ortadoğu ise sürekli hareket halinde ve gerilimin dozu bir türlü aşağıya çekilemiyor. Örneğin Erbil, Irak’ın en sakin, terörden uzak kalmayı başarabilen ender şehirlerden biriydi. Sonunda orada da bombalar patladı.
Bu büyük finansal ve toplumsal krizlerden kendisini korumaya çalışan ülkemize baktığımızda, özellikle iş dünyasında küresel ile yerel arasındaki büyük yarışa, büyük etkileşime; tüm sektörlerde Anadolu’nun dinamizmine hep birlikte tanık oluyoruz. Son 10 yıldır, Anadolu ve 3 büyük şehrimizdeki iş hayatı ve buna dış dünyayı da eklersek, bu üç alandaki sektörler ve kurumlar arasındaki etkileşim, özellikle iş yapış biçimleri anlamında nasıl da büyük bir transformasyon içinde birbirlerini beslemeye, öğrenen ve öğreten organizasyonlar olmaya devam ediyorlar.
İş dünyasındaki bu hareketliliğin yanı sıra, ülkemizde dünya görüşü anlamında birbirleriyle uzlaşmaz gibi görünen iki ayrı ekonomik ve kültürel yaklaşımın da, gündelik hayatta, iş dünyasında, siyasette vs. her alanda kutuplaşmasına tanık oluyoruz. Bu kutuplaşmada, az önce sözünü ettiğimiz ‘özü yakalama’ kaygısının yerini, biçimde, fenomendeki yanıltıcı olabilecek işaretlerin alması ve ‘Bilme, anlama, yorumlama’dan çok, önyargıların, gözü kapalı taraftar zihniyetinin hâkimiyetini net olarak görebiliyoruz. ‘Dediğim dedik’çi tavırlar üzerinden iddialaşmalar, çözüm arayışından uzak ve daha çok psikolojik kaynaklı kutuplaşmaları beraberinde getirirken, ‘akıl ve gönül’ dairesinden de çıkılmasına yol açabiliyor. Gelecek nesillerin gençliğinin bu iki kutuptaki aileler arasından yetişeceğini ve neden farklı düşünüp farklı hissettiklerini anlamak arzusuyla birbirleriyle tanışacaklarını, birlikte öğrenim göreceklerini ve beraberce aynı iş ortamlarında çalışacaklarını düşünecek olursak, zamanın ülkemize dair tüm sosyolojik tabanlı kaygılara, endişelere ilaç olacağını söylemek mümkün.
İş dünyasında ise durumu kısaca özetleyelim: Bir yandan hızın olduğu ve pek çok iletişim kanalının bulunduğu bir ortamda her şey çabucak tükeniyor. Bilgiden ziyade bilgiyi belli bir süzgeçten geçirip rafine hale getirerek müşteriye uygun çözüm üretmek önem kazanıyor. Özellikle hizmet sektöründe bir dünya görüşünün sahibi olan çalışanların çeşitli ve farklı dünya görüşleri, hayat felsefeleri, ya da kurumsal kültürlerinin gerektirdiği bakış açıları olan müşterilere doğru zamanda, özgün, derinlikli ve ölçülebilir hizmeti yaratması meselesi öne çıkıyor. Bu da her zaman, zamanın ruhunu yakalamayı yani sürekli yenilenmeyi, cesur olmayı, bundan heyecan duymayı ve çalıştığı konudan, iş alanının kuramsal ya da pratik meselelerinden keyif almayı gerektiriyor.
İnovasyon yetmez içinde ruh olmadıkça…
Böylesi bir çalışma ortamı için standartlar gerekli ama yeterli değil artık… 5 adet kurumsal süreçten söz etmek mümkün: 1. Üretim, 2. Finans, 3. İlişki (Örneğin, İK, Ankara ile ilişkiler, sosyal paydaş ilişkileri, YK üyeleriyle, yatımcılarla, bayiler, satış teşkilatı, alt yüklenici ve tedarikçilerle ilişkiler vb.) 4. İletişim (Reklam, PR, etkinlik yönetimi, dijital iletişim, iç iletişim vb.) 5. Yapısal (Raporlama, ölçümleme, işletim sitemleri, IT, hukuk, vb.).
Bu süreçlerin hepsi standartları gereksinir. Ancakstandartlar zamanın ruhuna uygun olarak yerini inovasyonun etkisi ile yeni standartlara bırakmazsa rekabetçi avantaj kaybolur… Standartlar üzerine düşünecek olursanız kaçınılmaz olarak şu tespiti de yapmak durumundayız: Bugün yok olmuş pek çok markanın kurumsal süreçleri de bir zamanlar kitabına uygun olarak standart değil miydi?
İnovasyonun katkısı ile yeni standartlar da yetmez.
Müşterinin veya çalışanın yıllardır “what is in it for me?” (benim için ne faydası var?” ya da tabiri amiyane “benim bundan ne çıkarım var?”) sorusunun cevabını “elle tutulur bir karşılıkla” beklediği yanılsamasına düşüldü. Yani para ya da ürünle cevap verdiğinizde beklentiyi çözmüş olacaktınız. Oysa, işte tam da o an kaybetmeye başlayabiliyorsunuz.
Çünkü müşteri de, çalışan da aslında hep elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir tatmin bekliyor, yani duygusal tatmin. ‘Duygusal’ tatmini, tırnak içinde değil, Cem Yılmaz’ın esprili vurgusuyla da değil, gerçek anlamıyla “ruhen tatmin” anlamında kullanıyoruz. Peki nasıl?
Yani özünde insan faktörünün olduğu ve ona, insana değer verildiğini hissettiğiniz bir tatmin…
Sürdürülebilir olmak “kıymet” bilmekten geçer…
‘İnsan toplumunun üç evrimden geçtiği söylenir (Bkz. Toffler’lerin ‘Üç Dalga’sı):
Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu ve Bilgi Toplumu…Tarım Toplumu’nda insan bir ‘meta’ olarak görülüyordu. Sanayi Toplumu’nda insan ‘kaynak’ olarak değerlendirildi.
Bilgi Toplumu’nda ise insan artık kaynak değil ‘kıymet’ti… Sürekli gelişebilen, yenilenen bir kıymet…
Son 20-25 yılda teknolojinin bilgiye ulaşılabilmeyi sıradan, adiyattan bir unsur haline getirdiği, buna göre insanın beklentilerinin farklılaştığı ve hızın hayatımıza girmesiyle de, kaçınılmaz bir ‘sürekli değişim’ rüzgârlarının etkisinde kalındığı zamanlardan, hem sürekli değişerek, hem de yanı sıra artık insana öncelik veren, insana kıymet olarak bakan kurumların ‘sürdürülebilirlik’ yarışında yerlerini almaya başlıyorlar. İnsanı ‘kaynak’ olmaktan çıkarıp ‘kıymet’ olarak algılayan ve değerlendiren kurumların rekabet güçlerini artıracağı artık bilinen bir gerçeklik.
Çalışan da müşteri de kıymettir artık. Müşteri velinimet ya da ‘yolunacak kaz’, çalışan da sömürülecek ya da tüketilecek bir kaynak değildir.
Büyük dünya krizlerinin yaşandığı çağımızda ‘maneviyat’a olan ihtiyaç daha da arttığından artık günümüzün “insan odaklılık çağı”nı yaşadığı yolundaki tespitlere kulak vermek lazım. Peki, odağına insanı dolayısıyla kendisini koyan bu çağa nasıl uyum sağlayacak kurumlar?
Aslında eskiden beri olması gereken, kurumların performansını artıran ve uzun yıllar varlıklarını sürdürebilmelerine sebep olan iki tane soyut kavram ile: Kurumun varoluş nedeninden yola çıkan ve onun karakterini oluşturan, olmazsa olmaz değerler ve bundan yola çıkarak inşa edilen kültür ile.
İçinde yaşadıkları toplumun değerlerinden güç alarak kendi kurumsal değerlerini oluşturan ve bu değerleri kurumunun “kalbine” yerleştiren şirketler hem kendilerini hem de dünyayı değiştirmeyi başarabilme potansiyeline sahip olabiliyorlar. Kurumları güçlü kılan, onlara rekabetçi üstünlük sağlayan bu değerlere sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır. Bu değerlerden yola çıkarak, çalışanları ile birlikte oluşturdukları kurum kültürü, o şirketin iş yapış biçimlerini de belirliyor ister istemez.